• Kaynak: Prof.Dr. Ahmet Akgündüz (https://tr-tr.facebook.com/Prof.AhmetAkgunduz)

     

    Önemle ifade edelim ki, bu konuda konuşanlar Osmanlı Devleti'nin bir Müslüman Devlet olduğunu düşünmeden konuşmaktadırlar. Onun için aşağıdaki izahları okumak zaruridir.

    İslam Hukukuna göre, çoğunluğunu gayr-i Müslim nüfusun teşkil ettiği mahallelerde içki satmak caizdir. Ancak Müslümanlara satılması yasaktır. Bu manada Beyoğlu gibi o zamanlar gayr-ı Müslimlerin çoğunlukta olduğu mekanlarda Meyhaneler de vardır. Hatta Kanuni Sultan Süleyman zamanında getirilen ve gayr-i müslimlerce kullanılan hamr ithalat yasağını II. Selim kaldırmış ve gayr-i müslimler için olsa meyhânelerin açılmasına tekrar ruhsat vermiştir. Tekrar önemle beyan ediyoruz ki, bütün bunlar gayr-i müslimler içindir. Ancak Kanuni Müslüman gençlerin de kaçamak olarak bu yerlere gittiğini bildiğinden ve duyduğundan böyle bir yasağa gerek duymuştur.

    Bu manada gayr-i Müslimler tarafından kurulan ve II. Abdülhamid zamanına rastlayan (1880) ilk Rakı Fabrikası da doğrudur. Ancak tamamen gayr-ı Müslimlere yöneliktir. Sapla samanı birbirine karıştırmamak gerekir.

    Fransa gibi bir Avrupa ülkesinde Müslümanlar için Helal Gıdayı yasaklayacak kadar zorbalaşn dünya ile, Osmanlı Devletinin gayr-i Müslimler için tanıdığı hak ve hürriyetleri, kötüye yorumlayanların kulakları çınlasın.

    Meyhaneden çıkmayan bazı yazarları, "Herkes kendi ayninesinin mişahedatına tabidir" kaidesince, II. Abdülhamid gibi bir veli Padişaha dil uzatmaktadırlar.

    Burada şu gerçeklerin bilinmesinde fayda mülahaza ediyoruz:

    A) Osmanlı Devletini teşkil eden fertler ma‘sûm ve günahsız değillerdir. İçlerinde I. Murad, II. Murad, Fâtih, Yavuz ve II. Abdülhamid gibi “veliyyullah“ denilen fertler bu-lunduğu gibi, içki ve benzeri günahları irtikâb eden şahıslar da bulunabilir. Nazarî plânda İslâm'ın bütün düsturlarının kabul edilerek tatbik edildiği bir vâkı'adır. Ancak tatbikatta bu esaslara muhâlefet edenlerin bulunduğu da bir vâkı'adır. Her ikisini de inkâr etmek mümkün değildir. Her şeyde olduğu gibi, Osmanlı Devleti'nin iyilikleri de vardır, hataları da vardır. Ancak 600 sene boyunca hasenâtının seyyiâtına ağır bastığı içindir ki, kader-i İlâhi bu uzun süre içinde İslâm'ın bayraktarlığı ünvanını onlara ihsân etmiştir. Seyyiâtı hasenâtına ağır basınca da, bu şerefli ünvan yine kaderin hükmüyle ellerinden alınmıştır. En kötü zamanlarında bile, değil içki gibi İslâm'ın açık bir hükmüne muhâlefet, içtihadî meselelerde dahi şer'î hükümlere ri‘âyet etmek için elden gelen gayreti gösterdiklerini, sayıları milyonları bulan arşiv belgeleri isbat etmektedir.

    B) Maalesef, Osmanlı tarihi ve edebiyatında geçen bazı tabirler, Osmanlı Devleti'nde içkinin tamamen serbest olduğu mâ'nâsına gelecek şekilde te'vil ve izah edilmek isten-mektedir. Bu tâbirlerden bazılarına dikkat çekmek istiyoruz. “îş ü işret“, bunların başın-da gelmekte ve tarihlerdeki “padişah, îş ü işreti severdi “ tarzında geçen ifadeler, içki ve sefâhet hayatı yaşardı şeklinde yorumlanmaktadır. Halbuki bu ifadenin asıl mânâsı, îş=yaşama, işret=keyifli hayat ve eğlence demektir. Yaşamanın tadını çıkarma ve ke-yifli hayat, meşrû dairede olduğu gibi, gayr-i meşrû dairede de olabilir. O halde, bu tâbir-leri, başka karîne olmadan gayr-i meşrû hayat diye izah etmek, peşin fikirlilik olur. An-cak Yıldırım Bâyezid gibi bazı devlet adamlarının içki içtiğine dair açık deliller varsa, bunu başka türlü yorumlamak da doğru olmaz.

    “Sâkî“ kelimesi de manası çarpıtılan kelimelerdendir. Kelime manası, keyif meclisle-rinde kadehle içilecek şeyleri takdim eden şahıs manasını ifade eder. Ancak mevlidde şerbet dağıtana sâkî dendiği gibi, meyhânede şarap dağıtana da aynı ad verilir. Sâkî kelimesini, her yerde, içki kadehini dağıtan diye açıklamak, elbette ki kasıtlı bir peşin fikirliliktir. Osmanlı Sarayında sâkîler elbette vardır. Ancak bunların, içki kadehlerini dağı-tan ve dolduran kişiler olduklarını, serbestçe içki dağıttıklarını ve bunun açık bir şekilde yapıldığını söylemek insafsızlık olur.

    “Şarap“ kelimesi de öyledir. Aslında her çeşit içecek demek olan bu kelime, günü-müzde haram olan ve Arapça'da “hamr“ kelimesiyle ifade edilen içki karşılığında kulla-nılmaktadır. Halbuki Osmanlı döneminde, şerbet ve su da dahil olmak üzere bütün içile-cek şeylere yani bugünkü karşılığıyla meşrubâta “şarap“ dendiği bir vâkı'adır. İslâm hukukunun yasakladığı sarhoşluk verici içkileri içenlere, hadd-i şirb denilen şer‘î cezayı uygulayan devlet adamlarının kendilerinin, açıkça bu fiili işlemeleri mümkün değildir; ancak kanunlarla tatbikat arasında fark bulunabilir. Böyle bir fiili işleseler bile, bunun açıktan işlenen bir günah olmadığı kesindir. Nitekim Dimitri Kantemir’in II. Selim’le ilgili beyânları da bunu teyid etmektedir.

    Bu arada, mezkûr kelimelerin tasavvufdaki manaları ile bir kısım metinlerde kulla-nıldığını da unutmamak icab etmektedir.

    C) Türkler Müslüman olduktan hemen sonra, İslâm'a muhâlif olan bütün âdetlerini de kâideten ve nazarî olarak tamamen terk etmişlerdir. İslâm'ın te'siri altında ve ilk Müslüman Türk Devleti olan Karahanlılar devrinde (X. asır) kaleme alınan Kutadgu Bi-lig'deki şu cümleler, bunun en bâriz misâlidir: “Bey içki içmemeli ve fesatlık yapmamalıdır; bu iki hareket yüzünden, sonunda ikbâl elden gider. Dünya beyleri şarabın tadına ulaşırlarsa, memleketin ve halkın bundan çekeceği zahmet çok acı olur. Bey içki içer ve oyunla vakit geçirirse, memleket işini düşünmeğe ne zaman fırsat kalır?”. Daha sonraki Müslüman Türk Devletlerinin içki hakkındaki tutumlarını ise, kendilerine resmî kod olarak kabul ettikleri fıkıh kitaplarında ifadesini bulan şer‘î hükümler ortaya koymaktadır.

    Osmanlı hukukçuları, içki hakkındaki hükümlerde İslâm hukukçularının kabul ettikleri esasları aynen benimsemişlerdir. Bütün İslâm hukukçuları ise, başta şarap (hamr) olmak üzere, sarhoşluk verici içkilerin azının ve çoğunun haram, yani kesin olarak dinen yasak olduğunu kabul etmişlerdir. Ancak İslâm'ın tesbit ettiği ve had denilen cezayı gerektire-cek içki içme suçunun târifinde farklı görüşler ortaya çıkmıştır. İmam-ı A‘zam Ebu Hanife’ye göre, az veya çok şarap (hamr) içmek yahut sarhoş edecek kadar diğer içkileri kullanmak, had cezasını gerektiren bir suçtur. Diğer İslâm hukukçuları ise, her çeşit içkiyi, az veya çok içmenin had cezasını gerektiren bir suç olacağını açıklamışlardır. Ebu Hanife şarap demek olan hamr ile diğer içkileri ayırt ederken, diğer İslâm Hukukçuları hepsini aynı hükme tâbi kılmaktadırlar. 

    Osmanlı Devlet'inde tercih edilen birinci görüşe göre had cezasını gerektiren içki iç-me suçunun (ki buna şirb denmektedir) iki unsuru vardır: Birincisi, az da olsa şarap içmek veya diğer içkileri içerek sarhoş olmaktır. Yani bütün içkilerin haram olduğunda ittifak etmekle beraber, had cezasını gerektirecek suçun teşekkülünde küçük bir görüş ayrılığı vardır. İkincisi, cezâî kasıd ve irâdedir. Zorla içirilen içkiler, had cezasını gerek-tirmez. Bu unsurlardan biri eksik olduğunda, had cezası tatbik edilmez; ancak devletin tesbit ettiği ta‘zir cezaları uygulanır. Had cezası ise, eksik ve fazla olmadan içki içene sopa ile seksen kırbaç vurmaktır.

    Osmanlı Devleti’nin son on yılına kadar, bütün Müslüman Türk Devletlerinde, İslâm’ın içki için tesbit ettiği ceza aynen tatbik edilmiştir. Bunu şer‘îye sicillerinde görmek mümkün olduğu gibi Osmanlı Kanunnâmelerinde de görmek mümkündür. Osmanlı Devle-ti’nde konuyla ilgili şer‘î hükümler, Avrupalı bir hukukçunun diliyle “1810 tarihine gelinceye kadar, mer'î olmuştur. Gerçi bu hükümler, tatbikatta tam icra olunmadığı da söylenebilirse de, naza-riyâtta kuvvetine riâyet olunmuştur”. Araştırmalar, Osmanlı Devleti’nin son on yılına kadar bu tatbikatın devam ettiğini göstermektedir. Ancak Osmanlı Devleti’nin son yıllarında kabul edilen Men‘-i Müskirât Kanunu, içki içenlere verilen cezaları, alternatifli olarak düzen-lemiş ve bunlardan birini de hadd-i şer'î olarak zikretmiştir. Bu kanun, devletin içinde ve dışında çok büyük tartışmalara yol açmıştır. 

    Osmanlı padişahları, çok az istisnalar dışında, hem fiilen ve hem de kavlen İslâm’ın getirdiği içki yasağına uymuşlar ve bu yasağa uyulması için gerekli hukukî tedbirleri al-mışlardır. Bütün Osmanlı Padişahları bu konuda hassastırlar; ancak bunlardan II. Bayezid'e ait olan bir fermanın, sadeleştirilmiş metnini, sizlere takdim ederek, meseleyi bütün yönleriyle vuzûha kavuşturmak istiyoruz:

    “1. Dergâhıma arz olundu ki, sancağınıza bağlı şehir, kasaba ve köylerde, düğünlerde, toplantılar-da ve benzeri yerlerde, açıkça şarap içildiği, çeşitli sarhoş edici içkiler kullanıldığı, her türlü rezalet ve sefâhetin irtikâb edildiği görülmüştür. Ayrıca İslâm'ın şe’âirine ri'âyet edilmeyerek fâsıkların bu gibi gayr-i meşrû fiillerinden, bütün Müslümanların ve özellikle de âlimler ve sâlihlerin rahatsız olduğu bildirilmiştir. 

    3. Emrim size ulaşınca, bu konuda tam ihtimam gösteresiniz. Sen ki, sancak beğisin, kâdîlarsınız. Bizzat bu işin üzerinde durub kazanızdaki halka, şehirlerde, köylerde ve kasabalarda tekrar te'yîd ve tehdît ile yasak edesiniz.

    4. Bundan sonra hiç bir yerde, fâsıklar toplanıp açıkça günâh işlemeyeler ve İslâm'ın şe‘airine ge-reği gibi ri'âyet edeler. 

    5. Sen ki, sancak beğisin, bu hususu görüp gözetip emrime aykırı hareket edenleri kâdî kararıyla hakkından gelip, şer'î hükümleri ve emirlerimi icrâ edesin. Şöyle bilesiniz ve alâmet-i şerife itimat edesiniz”.

    Osmanlı Padişahlarının bu yasaklarına ve şerî‘ate karşı bu hassâsiyetlerine rağmen, açıkça şer‘î hükümleri çiğnemeleri nasıl düşünülebilir? Bu misâlden de anlaşılmaktadır ki, Osmanlı Padişahları hakkında söylenen “sarhoş“ ve “aile hayatı berbat” gibi ithâmlar, tamamen iftirâdır ve belli bir vesikaya dayanmamaktadır.

    Şunu da önemle belirtelim ki, bütün bu izahların yanında I. Bâyezid Han, II. Selim ve IV. Murad’ın gençliklerinde bazen içki kullandıkları, bir kısım Osmanlı kaynaklarında açıklanmaktadır. Zaten bizim meselemiz de bütün Osmanlı Padişahlarını ma’sum göster-mek değildir.

     

  • Kaynak: Prof.Dr. Ahmet Akgündüz (https://tr-tr.facebook.com/Prof.AhmetAkgunduz)

     

    Osmanlı Devleti'nde 19. yüzyıla gelinceye kadar nüfusla ilgili veriler daha çok vergi esasına bağlı olarak yapılan sayımlardan elde edilmektedir. Dolayısıyla Müslim, Gayr-i Müslim ayrımına gitmeden, etnik farklılığı dikkate almadan toplumun her kesimi bu defterlere kaydedilmiştir. Sadece 19. yüzyılın sonlarına ait veriler toplam nüfusa ulaşmak için yapılmış olması ile günümüz anlayışına daha yakın görülmektedir.

    Bütün bu endişelerle birlikte Osmanlı döneminde Ermenilerin nüfus rakamlarına ilişkin belirlemeler yapacağız.

    1831 nüfus sayımına göre Ermenilerin (erkek) nüfusu şöyle idi: Rumeli topraklarında 3.566, Anadolu topraklarında 16.743 olmak üzere 20.309 Ermeni yaşıyordu. Bu sayımda ülke nüfusu 3.753.642 idi. Ermeniler toplam nüfusun % 0.54'ünü oluşturuyordu .

    20. yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti'nde Ermeni nüfusuna bakıldığında Prof. Dr. Kemal Karpat'ın belirttiği üzere Müslüman nüfus: 8.917.684, Ermeni Nüfus 736,893 idi .

    Nüfus araştırmalarının alevlenmesinde 1878 Berlin Antlaşması'nın 61. maddesi etkili olmuştur. Bu madde Ermenilerin çoğunluk olarak yaşadıkları iddia edilen yerlerde reform yapılmasına dair talebi kapsıyor. Bu antlaşmadan sonra başta Ermeni Patrikhanesi olmak üzere Ermeniler bölgede devlet kuracak nüfus yoğunluğuna sahip olduklarını isbat için abartılmış istatistikler ortaya konulmuştur.

    Patrikhane 1912 yılı için 1.296.000 verirken Rus istatistiği 1897 için 891.000 rakamını vermektedir .

    Ermeni meselesinin ortaya çıkışını müteakib Osmanlı Devleti genelinde ilki 1881/82-1893 ve ikincisi 1910/11 olmak üzere iki nüfus sayımı yapılmıştır .

    Dünya Savaşı öncesindeki Osmanlı nüfusu hakkında en sahih bilgileri, Dâhiliye Nezareti'ne bağlı Sicill-i Nüfus-u İdare-i Umumiyesi Müdüriyeti tarafından 1318 ve 1320 tarihli nüfus nizamnamesi gereği her vilâyet, kaza ve köyde, Gayr-i Müslimlerin de yer aldığı komisyonlar tarafından yapılmış ve 1905'te başlayıp 1914'te tamamlanmış olan nüfus istatistiği vermektedir. Yapılan istatistik özellikle Gayr-i Müslim erkek nüfus hakkında yeni bilgiler ver-mektedir. Memalik-i Osmaniye'nin 1330 Senesi Nüfus İstatistiği adıyla yayınlanan bu istatistik Milli Kongre tarafından bütün dünyaya duyurulabilmek amacıyla özet olarak 1919 yılında Fransızca yayınlanmıştır.

    1893 yılında Osmanlı coğrafyasında yaşayan Ermenilerin İstanbul ve çevresi dahil olmak üzere toplam nüfusu 1.001.465'dir. Bu rakama Katolik ve Protestan Ermeniler dahil edilmemiştir. Bu tarihte zaten Protestan nüfus toplam 36.238, Katolik nüfus ise 149.786'dır. Katolik nüfusun yarısının Ermeni olduğu kabul edilebilir. Sadaret için hazırlanan ve 1893 sayımını esas alan bir nüfus özet tablosunda Ermeniler toplam 998.428 olarak verilmektedir . 1897 yılında hazırlanan bir cedvelde ise 1.042.374 Ermeni kaydedilmiştir. Etnik ayrıma gidilmeden burada Katolikler 120.479, Protestanlar 44.360 olarak kaydedilmiştir . 1910/11 sayımında ise Ermeni nüfusu 1.050.513 Gregoryen, 90.050 Katolik olmak üzere 1.140.563'dür. Protestan Ermeniler kaydedilmemiş olmakla beraber 53.880 olduğu bilindiğinden toplam Ermeni nüfusu 1.194.443'e ulaşmıştır . 1893'den 1914'e gelinceye kadar Ermeni nüfusu % 30 (293.366) oranında artmıştır .

    1914 yılına ait Osmanlı sayımları İstanbul da dâhil olmak üzere Anadolu Ermeni nüfusunu 1.285.535 olarak vermektedir. Lozan'da kabul gören David Magie'nin 1914 için verdiği rakam ise 1.479.000'dur. Patrikhane 1912 yılı için 1.915.651, İngilizler 1919 yılı için 1.602.000 rakamını vermektedir. H. Lynch 1.324.246, L. De Constenson 1.400.000 ve H. Paster Madijian 1.700.000 olarak vermektedir. Gerek David Magie'nin, gerekse İngilizlere ait cetvelde İstanbul nüfusu eksiktir. Dr. Johannes Lepsius 1914 yılı için 1.845.450, Prof. Dr. Mc Carthy, 1.698.303, Prof. Dr. Stanford Show 1.294.851, Daniel Panzac 1.600.000, Ludovic de Constenson 1913 yılı için 1.400. 000 tesbiti yapmışlardır.

    Ermeni Nüfusu 

    Kaynağın Yılı Yazarı Osmanlı Ermenileri 
    1892 Vital Cuinet 1.475.011
    1896 Felix Weber 1.000.000
    1901 H. F. B. Lynch 1.325.246
    1901 Lodovic de Constenson 1.383.779
    1910 Encyclopedia Britannica 1.500.000
    1913 Ermeni Patrikhanesi 1.915.651
    1913 Lodovic de Constenson 1.400.000
    1914 Daniel Panzac 1.5-1.600.000
    1914 Justin McCarthy 1.698.303
    1914 Osmanlı nüfus sayımı 1.229.007
    1914 Stanford J. Shaw 1.294.851
    1914 David Magie 1.479.000
    1919 Dr. Lepsius 1.500.000
    1923 Claire Price 1.500.000
    1923 E. Alexander Powell 1.500.000

     

    Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun İstanbul Büyükelçisi Pallavici 28 Haziran 1913 tarihli bir raporunda "Ermenilerin sayısının Küçük Asya'da hiç-bir zaman 1.600.000'den daha fazla olmadığını ve vilayetlerdeki olaylar üzerine, Rusların yaptığı şikayetlerin çok abartılı" olduğunu belirtmektedir . Londra'da ki Alman Büyükelçisi Von Kühlmann 28 Mayıs 1913'de yazdığı raporda şu bilgileri veriyor; Türk Ermenilerinin durumunun düzeltilmesi için uygulanmak istenen reform planları, Ermenistan olarak işaret edilen Türk Ermenistanı'nda başarılı olamaz. Çünkü buralarda Ermeniler çoğunluğu oluşturmuyorlar. Bu sebeple burada Ermeni istekleri başarılı olamaz. Bilindiği gibi Ermeni olarak adlandırılan vilayetler şunlardır: Van, Diyarbakır, Bitlis, Elazığ. Bu vilayetlerin nüfusu ise şöyledir: Van 81.000 Ermeni, 424.000 Müslüman, Rum ve diğer Hıristiyanlar; Diyarbakır 79.000 Ermeni, 463.000 diğerleri; Bitlis 131.000 Ermeni, 333.000 diğerleri; Elazığ 70.000 Ermeni, 560.000 diğerleri. Alman elçinin raporuna göre Osmanlı ülkesinde yaşayan Ermeni toplam nüfusu 1.200.000'dür .

    İngilizlerin 1917 yılında başlayıp 1919 yılında bitirdiği istatistiğe göre Osmanlı coğrafyasında yaşayan Ermenilerin toplam nüfusu 1.602.000'dir . Hâlbuki İngilizler 1913 yılında yayınladıkları yıllıkta Ermeni nüfusunu 1.056.900 olarak veriyorlardı. Bu bir dengesizlik örneği olarak durmaktadır. Zira bu rakam kabul edilince Ermenilerin dış ülkelere göç etmedikleri, hiçbir kayıplarının olmadıkları ortaya çıkar ki bu güne kadar Ermenilerin ve Batılı ülkelerin öne sürdükleri bütün iddialar geçersiz kalır .

    ABD delagasyonunda yer alan David Magie'nin hazırladığı ve "tam güvenilir" olarak nitelenen çalışmasına ve ABD Dışişleri Bakanlığı Tarih Bölümü'ne göre 1918 yılı itibariyle Anadolu'daki Ermeni nüfusu 1.479.000, diğer Hıristiyanlar 1.504.000, Müslüman nüfus 8.644.000, toplam 11.627.000'dir .

    Bu istatistikler göz önünde bulundurulduğunda Birinci Dünya Savaşı öncesi Osmanlı Devleti'ndeki Ermeni nüfusunun en çok 1.300.000 olduğu ortaya çıkmaktadır. Hiçbir bilimsel açıklaması bulunmayan Ermeni Patrikhanesinin verdiği istatistikler, abartı ve propaganda mahiyetinde olduğunu belgeler niteliktedir. Ermeni yazarlar ve patrikhane kayıtları Ermenilerin nüfusunu 5 milyona kadar çıkarmışlardır. Justin McCarthy, Patrikhanenin doğruluğuna ilişkin karışıklık olduğunu belirtmiştir.

    I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı nihayetinde, önceleri 1.234.671 olan Ermeni nüfusundan sadece 70.000 kadarı Türkiye Cumhuriyeti'nde kalmış bulunuyordu. Bu rakamdan birçoğu sığınmacı olarak Kafkasya'ya, Amerika'ya ve Avrupa'ya gitmişlerdir.

    Osmanlı Devleti'nde beş yüzyıllık dönem içinde Ermeni nüfusu değil toplam nüfusa, sadece Müslüman nüfusa göre bile % 10'un altında kalmıştır. 

    Osmanlı Devleti’nin 1330 (1914) Nüfus İstatistiği’ne Göre Vilayat-ı Sitte’de Ermeni Nüfusu

    Vilayet Ermeni Ermeni Katolik Protestan
    Erzurum 125.657 8.720 115
    Bitlis 114.704 2.788 1.640
    Diyarbakır 55.890 9.960 7.376
    Sivas 143.406 3.693 4.575
    Trabzon 37.549 1.350 1.338
    Van 67.792 - -
    TOPLAM 544.998 26.511 15.044

     

     

     

  •  

    1800'lü yıllarda Amerika Birleşik Devletleri güney komşusu Meksika'yla girdiği savaşlar genellikle vahşi ve ıssız çöllerde geçmişti. Motorlu araçların mevcut olmadığı devirde, savaş sırasında Amerikan ordusu en büyük sıkıntıyı nakliye ve ikmal konusunda çekmişti. Savaşan birliklere yiyecek, su, cephane ve yaralılar için gerekli sıhhi malzemenin ulaştırılması büyük bir problem olmuştu.

    ABD'li devlet adamlarının aklına dâhiyane bir fikir geldi. 19.yy.da Avrupa devletlerinin Orta Doğu'da giriştikleri sömürgecilik savaşlarında nakliye için çöllere ve çorak alanlara olağan üstü dayanıklılık gösteren develerden faydalanmak istediler. Ordu nakliye sistemini deve katarlarıyla takviye etmeye ve hatta bunu ön plana almaya karar verdi.

    Ancak bu sırada develerin bol olduğu Arap ülkeleriyle resmi temaslar olmadığından, bu hususta döneminde her başı sıkışanın imdadına yetişen Cihan Devleti Osmanlı'ya başvurmaya karar verdiler.

    Bununla ilgili Amerikan donanmasının bir nakliye gemisi 1855 yılı Ekim ayında İstanbul'a geldi. Geminin kaptanlığını David Dixon Porter yapıyordu. Mr. Porter Amerika'nın ilk Türkiye büyükelçisiydi.

    Amerika'nın İstanbul elçiliği Osmanlı Hariciye Vekaletine 29 Ekim 1855 tarihinde gönderdiği yazıda şöyle diyordu: "ABD tarafından bundan sonra Meksika ve California'da deve kullanılmasına karar verilmiş ve İstanbul'dan 35 devenin getirilmesi için Amiral David'in kumandasında ki bir gemiyi bu tarafa göndermiş olduğundan, Türkiye ile Amerika arasında mevcut bulunan iyi ilişkiler ve dostluk dolayısıyla 35 devenin verildiği takdirde bunun büyük bir memnunluk doğuracağını Amerikan elçisi arzu ve beyana cesaret eder."

    Bunun üzerine Sadrazam Mehmet Emin Paşa, saray başkâtipliğine Amerika'nın istediği 35 deve ile ilgili olur yazısını yazmış, Sultan Abdülmecit'te olumlu irade de bulunmuştur.

    Böylece Amerika'nın istediği develer bedelsiz olarak verilmiş. Amerika'ya ilk askeri yardım Osmanlı Devleti tarafından yapılmıştır.

    Ne gariptir ki; o zaman Amerika'ya yardım eden Türkler daha sonra bu ülkeden yardıma muhtaç hale gelmiştir. Bu da tarihin garip bir cilvesidir. 

    Amerika’nın İstanbul Elçiliği, Osmanlı Dışişleri Bakanlığı’na 29 Ekim 1855 tarihinde gönderdiği bir yazıda şöyle diyordu:

    “Amerika Birleşik Devletleri tarafından bundan sonra Meksika ve California’da deve kullanılmasına karar verilmiş ve İstanbul’dan otuz beş devenin getirilmesi için bahriye subaylarından Mr.David’in kumandasındaki bir gemiyi bu tarafa göndermiş olduğundan, Türkiye ile Amerika arasında mevcut bulunan iyi ilişkiler ve dostluk dolayısıyla Osmanlı devleti bir çift erkek ve bir çift dişi deve verdiği taktirde bunun büyük bir memnunluk doğuracağını Amerika Elçisi arza ve beyana cesaret eder.”

    Sadrazam olan Mehmet Emin Ali Paşa, bunun üzerine, meseleyi ve kendi düşüncelerini Saray Başkâtipliğine şu yazı ile bildirir:

    “Amerika Devleti’nde deve kullanılmasına karar verilerek otuz beş devenin getirilmesi için İstanbul’a bir gemi yollanmıştır. Bir çifti erkek ve bir çifti dişi olmak üzere iki çift devenin verilmesi ricasına dair elçilikten gelen yazının tercümesi Padişah hazretleri tarafından görülmek üzere arz ve takdim olundu. İstenen iki çift deve aslında pek az bir şey olduğundan ve verilmesi padişahımızın şanı gereği bulunduğundan alasından tedarik edilerek elçiliğe verilmesi ve bedelinin devlet hazinesinden ödenmesi hakkında hünkârın, iradesi nasıl çıkarsa ona göre hareket edilecektir.”

    Sultan Abdülmecit’in bu husustaki olumlu iradesi, sadrazama Saray Başkâtipliği’nce şu şekilde bildirilmiştir.

    “Sadakat tezkeresi ve elçiliğin yazısı padişah tarafından görülmüş ve istenen iki çift devenin alasından tedarik edilerek bedelinin hazinece ödenip elçiliğe verilmesi uygun görülmüştür. 13 Kasım 1855”

    Böylece, Amerika’nın damızlık için istediği deve bedelsiz olarak verilmiş, öbür 31 deve de bedeli karşılığında piyasadan satın alınıp Amerika’ya götürülmüştür. Bunlar ordu hizmetinde kullanılacakları için böylece Türkiye Amerika’ya askeri bir yardımda bulunmuş oluyordu. Nitekim bu develer üretilip nakliye katarları kurulmuş ve Amerika, iç savaşında büyük ölçüde bunlardan yararlanmıştır.

    Böylece, deve ile de olsa, Osmanlının (Türklerin) ABD’ye ilke kez yardımı ile dostluk başlamış oldu.

    Amerika’ya bu develerle birlikte üç deve bakıcısı da gönderilir. Biri Hacı Ali’dir. Philip Tedro adıyla Amerikan ordusunda görev alır. 1902 yılında Arizona’da vefat eder. Mezarına “Deve” heykeli dikilir. Diğeri Rum asıllı Yorgo’dur. O’da George ismini alır. Ve 1906 yılında Los Angeles’da ölür. Diğer bir deve bakıcısı ise İlyas Bey'dir. Amerika’da Meksika asıllı bir kızla evlenir. Bir oğlu olur; Elias (İlyas oluyor) Pluaturco Calles…